13:35 Kuzucuk | |
KUZUCUK Aman GOŞA Çeviren: Hüdayi CAN Yahşimurat kuzucuğa küstü. Gerçi, kendisi de sebebini anlamamıştı. Üstüne dağ gibi çökmüş düşüncelerini uygun bir zamana bıraktı. Sabah namazından sonra, kuzuyla koyunun kaçtığı anlaşılınca, ihtiyar çoban hiç düşünmeden normal bir şeymiş gibi: - Yerin dibine girmiş olsalar bile ikisini de bulun. Raporda patronlara ne derim sonra? diye yamak ile yardımcısını kaçakların peşinden gönderdiğinde, çocuğun kalbinin derinliklerine anlamsız bir sızı saplandı. Demek ki orda da bir şeyler kımıldamaya başlamıştı. Çoban bir şey hatırlamış gibi hızla eve girdi, tüfeği aldı ve kimsenin yüzüne bakmadan konuştu: - Mal, sahibine çeker! Ayın sonunda hesap verirken kafası lazım olur! Yamağın dışı güneş ve soğukla, içi ise şarapla yanmış kahverengi siyah yüzünde, kenarları köpükleşmiş dudaklarında hiç bir değişiklik olmadı. Ama, Topal deveyle yola çıkıp Kara Ağıla varıncaya kadar, çocuk, kalbindeki sızıyı gidermek için kendini sakinleştirecek bir sonuca geldi: anlaşılmayacak ne var ki, her hangi bir can sahibi yapabilse önce kendini kurtarır... Hava kapalıydı, hatta soğuk desek bile olurdu. Böyle kötü hava sonbaharın sonlarında başlar da keder ve uyku insanı esir alırdı. Doğrusu ilkbaharda da can sıkıntısı olur, ama bu sıkıntının sonra mutluluğa dönüşmesini, bomboş çölün yeniden canlanmasını, koyunların yeni doğmuş kuzucuklarının, tavşan, ceylan yavrularının seslerinin dünyayı doldurmasını, gezici kumların yağmurdan doymasını beklersin. Sonbaharda ise her şey aksine, beklemeden sonra üzüntü başlar. Ama bir kaç senedir tabiat çölde yaşayanların ümitleri ile tuhaf bir oyun oynuyordu. Nevruz arefesinde hava kararır, çiseler ama yağmadan geçer gider. Böylece yaşamın yeniden canlanması olarak bilinen nevruzun, baharın tüm hikmeti kaybolur. Artık insanlar buna alışmaya başlamışlar. Ama susuzluktan çatlamış takırlar, kuruyarak göçen barkanların bu haksız oyundan nasıl ıstırap çektiklerini bir bilseniz... Acaba alışmak insanları gerçekten mutlu ediyor mu? Yamak önde semerde oturuyordu. Arkadan sadece onun ensesi ve devenin her adımıyla sallanan eğri burunlu ayakkabısı görünüyordu. Semerin önünde uzunluğuna duran tüfeği bir taraftan saklamaya çalışıyor, diğer taraftan üşümüş ellerini sokacak yer arıyordu. Bu zavallının şimdi kendini kepeneğin altına atıp, bir bardak şarap içip de kışın sonuna kadar uyumak istediği apaçık görünüyordu. Barkana çıktığında veya indiğinde devenin üzerinde oturmak zorlaşıyordu. Belki de zorluk onun daha küçükken art ayağının çöl faresinin deliğine düşüp sakat kalmasından değildir? Asıl sorun, arkada oturanın semerde oturanın belinden kucaklamak zorunda kalmasıdır... Nedendir bilinmez bazen, daha çok şarap içip de felekten bir gece çalınca çocuğun ona karşı nefret duygusu kabarıyordu. O, bu duyguyu yamak anlıyordur diye utanıyordu. İyi ki kötülük, gelişi gibi hep geçip gidiyor. Kara Ağıl hayvanların dünyaya göz açtığı kuyuydu. Eskiden de ilk kez kuzulamış olan koyunlar kuzularını kıskanarak sürüden ayrılıp giderlerdi. Sonra onlar bazen Kara Ağılda bulunurlardı. Ya da karda izini kaybedenş, kurt görüp de korkan hayvanlar kendilerini hep eski ağıla atarlardı. Kara Ağıla ulaşmak için Ak Kaçak Takırını ve Kurt Kuzulayan tepesini geçmek lazımdı. Yukarıda bulutları aralayıp da uçan kuşun “hıtırt hıtırt” kanat sesi geldi. - Yahşimurat onun hangi kuş olduğunu öğrenmek istediyse de yapamadı. Yamak: - Akbaba yola çıkmış, diye seslendi. “Hıtırt hıtırt” sesleri yeniden tekrarlandı. Bu defa arkadan uçan kuşun civciv olduğunu ve annesini yakalayamadığını Yahşimurat bile anladı. O da kuş olup uçmak istedi. Çobanların âdetine göre kuş görününce nevruz bitti demekmiş. Oysa şimdi kuzucuk da annesini yakalamaya çalıştığında: - Anne! Anne biz nereye gidiyoruz? diye soruyordur. Annesi ise: - Böyle sorular sorma, yavrum! diye cevap veriyordur. Kuzucuk ıslak burnunu annesinin kalın yününe sürterek: - Peki, geri dönecek miyiz? diye soruyordur. Annesi bezdirici sorulara kızarak: - Bunu da sorma! diyordur. Çocuk da üçüncü olarak onlara katılmak istedi... Çünkü kuzucuğun doğumuna en çok yalnızlıktan bıkmış olan Yahşimurat sevinmişti. Ölü gibi uyuyan çölde derisi altın gibi parıldayan bir arkadaş bulunmuştu. Hatta tecrübeli çoban bile onun sugrı[1] olabileceğini zannetmemişti, “Kamarı ve gülgazı[2]” diye düşünmüştü. Ama sugrı sabahları mor, öğle siyahımsı, ikindi vakti ise surayi olarak renk değiştirir. Ayın ışığında ise onun yünleri zencilerin saçına benziyordu. Bundan sonra büyükler ona ‘’Sugrı’’, Yahşimurat ise “Surik” diye isim takmıştı. Böyle güzel bir kuzuyu bu civarda hiç kimse görmemişti. Çoban ve yanındakiler bu haberi kimseye söylemeden kuzuyu çocuğa hediye etmeyi kararlaştırmışlardı. Çölde çocuklara hayvan hediye verme adeti şimdi de vardır. Böylece çocuk büyüdüğünde artık mal sahibi olur ve kendini geçindirebilecek duruma gelir. Üçünün bu kararlarının gizliliğine rağmen, Yahşimurat’a kuzucukla oynamaya ve hatta birlikte uyumaya da izin vermişlerdi. Ama kuzucuğun annesi bu arkadaşlığı sevmedi ve ertesi gün kuzuyu emzirmekten vazgeçti. Yaşlı çoban: - Atalarımız boşuna, “hayvanlar koklaşa koklaşa” dememiş, hayvanlar birbirini kokusundan tanıyarak güvenirler. Kuzu insan gibi kokunca annesi onu tanımadı ve güvenmedi. Oğlum, bir mahzen yap, annesi kuzusunu emzirinceye kadar onları orada sakla! diye tembih etti. Evin yanında koyunla kuzunun sığacağı kadar çukur kazıp, içine gün ışığı girmesin diye üstünün kapatırken, Yahşimurat kendini küçük Köroğlu, yaşlı çobanı da tecrübeli seyis Cıgalı Bey olarak görüyordu. Annesinin küskünlüğüne bakmayarak, emmek için ona doğru sokulmaya başlayan Surik ise Köroğlu’nun Kırat’ıydı. Kuzucuk ile onun kıskanç annesini mahzene koyduktan sonra, çocuk kumun üzerinde yüzükoyun yatarken “İhlâs” suresinden başlayarak tüm bildiği duaları okudu, sinirli koyunun kalbini annelik şefkati ile doldurması için Allah’a dua etti. Dua az sonra yalvarışa sonunda ise ağlamaya dönüştü. Diline gelen kelimeler gözyaşlarına dönüşerek kumda kayboluyordu. Böylelikle uyuyakalmıştı. Gecenin bir vaktinde uyandığında kepeneğin içindeydi. Yukarıda parlayan yıldızlar göz kırparak ona önemli bir sırrı açıyorlardı. Ne yazık ki Yahşimurat henüz yıldızların, hayvanların ve ağaçların dilini anlamıyordu. Yine de yıldızların masmavi rengi aklından çıkmıyordu, hatta yıldızların bu kadar çok parıldadıkları için söneceklerinden korkuyordu. Yıldızlardan çıkardığı tek anlam şafağa çok az vaktin kalmış olduğuydu. Gaflette uyuyan yalnız bir insana yıldızlar bile arkadaşlık edebilirmiş demek. Üzerlerinde uçan kuşlar, kuzuyla koyunu bulmak arzusu ve yaşlı çobanın uğurlarken yaptığı nasihatten aklında kalan “patronlar” kelimesi birleşip Yahşimurat’ın hayalinde şafak yıldızlarının renginde bir çizgi film oluşturmuştu. Sanki çölün efendisi, yaşlı çobanın korktuğu patron: “Çöldeki en beyaz, en güzel çocuğu bulup bana getirin!” diye haber salmış ve yarışın şartlarına göre birinci olanın tüm istedikleri yapılacakmış... Bunu ilk duyanlar uçup geçen kuşlar olmalı. Demek, bu bölgede “En beyaz, en güzel çocuk” diye kel civcivini peşine takıp acele eden bu kuş çölün siyah kargası olmalı... Ama bu haberin arkasında bir hile var galiba. Çölün efendisi rüzgârdan mı, yoksa güneşten mi bilinmez sugrı kuzunun doğduğunu duymuş ve tüm istediği Yahşimurat’ın arkadaşını yakalamak... Bu hayal, hikayeye benzerse de onun gerçeğe yakın olduğunu gösteren deliller var... Kuzucuğun annesi ile kaçması, acele eden kuşlar, çölün efendisine üçlerinin sırrını açıklayan rüzgarın ve güneşin iki gündür insanlardan utanıp saklanması… Delil değil mi bunlar? Eğer, kuzu ile annesi herkesten önce efendinin yanına kendileri varırlarsa, Surik kesin yener! İşte o zaman kuzunun kalbinden çıkaracağı dilek ne olur acaba? Doğrusunu söylemek gerekirse, kuzucuğun ne hayal ettiğini bilmiyor... Çocuğun arzusu ise o geceki yıldızlar gibi aydın, kuzuyu bulmak... Ak Takıra indiklerinde aşağıda, dizilmiş beyaz çadırlı obayı görünce hayretler içinde kaldılar. Sanki bu sabah başka gezegenden gelenler Ak Kaçak’a yerleşmişler de Yahşimurat’ın hayalindeki “en beyaz, en güzel çocuk” yarışına katılmak için hazırlanıyorlar. Bu ilginç kampta “Jipler”, “Toyotalar” çoktu, muhteşem çanak antenler ise sanki dünyanın sırrını anlamak için gökyüzüne bakıyordu. Beyazlar giymiş, kafalarında kadınların çarşafına benzer bir şeyler sarmış adamlar aşağıda meşguldüler. Çadırların öbür başında yakılmış ateşin dumanı yukarıya doğru çıkıyordu... Ağa bunlara hayretle bakarken: - “Her sene şehzadeler ava gelirlermiş’’ diyorlardı, demek doğruymuş! Hadi yanlarına gidelim!? Yaşlı çoban, “Gece ateşe gitmeyin, gündüz dumana” derdi! Ağa konuşmadı, ama beyaz çadırlar ve uzaktan dumanı görünen oba onu mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Yahşimurat onun niyetini anladı: - Ben durmayacağım, gideceğim! Çocuk yalnız kalsa bile yaya olarak kuzucuğu aramaya, kaçakları buluncaya kadar çölün her köşesine bakmaya hazırdı. Geriye boş elle dönmekten ağır ceza yoktu. Babası onun işi bitirmeden geldiğini görünce utanıyormuş gibiydi. Bir de bir bitki altında kuzucuğun yardım isteyerek onu bekliyor olması da olabilecek bir şeydi. Doğrusu o, en kritik fırsatta söylenecek kelimelerin bulunamadığını, konuşmak istediğinde ise, sinirin, küskünlüğün, ya da namusun boğabileceğini hiç düşünmemişti, arkadaşlığı korumak kafi, gerisi kendiliğinden geçer gider diye düşünmüştü. Çocuk torbadan su kabını aldı ve deveden aşağıya indi. Topal deve kaseden hiç de küçük olmayan gözlerini kırparak çocuğun arkasından baka kaldı. Onların gidecek yeri yoktur, geri dönerler... Gel çocukluk yapma, gel otur, dinlen! Yahşimurat koşar adımlarla geldikleri yöne doğru yürüdü. Bedeni boşalmış gibiydi, deminden beri sırtına dağ gibi çökmüş düşüncelerden, küskünlükten, çaresizlikten bıkmıştı, özgürlüğe kavuşmuştu... Hatta yarı yolda arkadaşını bırakıp giden Ağa'ya bile küsmüyordu. Yıllardır yağmursuz geçen ilkbaharlar, yazlar, sonbaharlar insanların sadece yüzünü gözünü değil aynı zamanda kalplerini de yakıp kurutmuş... Şimdi, nevruzlar, ilkbaharlar ne kadar yağmurlu geçse de kalplerinin değişmeyeceği ap açıktı... Ama, Yahşimurat’ın sevmediği insanların evlerine gidemediği gibi, kalbinin kabul etmediği fikirleri de kabul etmeyeceğini, içine girmesine izin vermeyeceğini kimse bilmiyordu. Onlar iki günden beri bulutların arkasında saklanmış güneşi görmedikleri gibi, Yahşimurat’ın sugrı kuzuyu ne kadar çok sevdiğini, onu yalnız bırakmayacağına söz verdiğini de bilmiyorlardı. Yahşimurat bir alçak çöl bitkileri sazaklarla dolu düzlüğün içinden geçiyordu... Toplu olarak çıkmış yılgın denen bitkilerin kırarıp yansıdığını gördü, demek yılgınların dallarına içeriden su varmış. İlkbaharın, çobanların dediği gibi, Mezopotamya’dan gelen yumuşak, karşı rüzgar ile değil de, yılgınların mor dallarının içinden geldiğini anladı. Yahşimurat dostunu nerede arayacağını bilmiyordu. Yan yana çıkmış iki sazağın yanında oturdu. Dalları kıvrım kıvrım olan yaşlı sazaklara “gözlü” ya da “Hıdır görmüş” diyorlardı. Yahşimurat gökyüzüne bakarak yatarken, fikirlerini toparlamak istiyordu. Şimdilik bir yol bulamadığına sıkılıyordu. Üstüne yorgunluk bastırınca, istemeden uyuyakaldı. Sanki bir kimse onu ismiyle çağırıyormuş gibi tedirgin oldu. Etrafına bakındı, ama hiç bir şey göremedi. Aslında, bomboş, sessiz çölün içi ses sedayla kaynıyor, ama bazıları onu duyuyor bazıları ise duymuyor... En azından, yıkılmış sazaklar bile: “Biz çürüyüp toprağa karıştık ama insanlar bizi odun olarak da kullanmadılar!” diye ah çekiyorlarmış... Çöldekiler buna benzer rivayeti andıran dünyalarından çıkmadan yaşıyorlar... Sanki yeniden biri onu ismiyle çağırmış gibi oldu. Ne zamandan beri çölde yaşayanların arasında, kolhoz[3]kurulduğunda Sona teyze isimli bir bahtsızın bolşeviklerin kıyımından kurtulmaya çalışması hakkındaki hikaye konuşuluyordu. Sugrı kuzucuğun annesi gibi, Sona teyze de her koluna bir çocuğunu alıp, insanların öldürüldüğü yerden buraya kaçmış. O gün çok sıcakmış, Sona teyzenin susuzluktan damağı kurumuş, gözleri görmez, kulakları duymaz olmuş. “İki çocuğa nasıl bakarım, bu kız, eceli ile ölmezse, sonra bulurum, hiç olmazsa oğlumu kurtarayım!” demiş. Bir hayli zaman geçtikten sonra Sona teyze yaptığı işe pişman olarak: “O zaman Allah’ı unutmuşum, işte bu kalbime şeytanın girmesine sebep oldu!” diye çok ağlamış... Kızcağızı sazağın dibine koymuş, uyuduktan sonra, oğlunu alarak kaçmış. Biraz yürüdükten sonra karşısına bir kuyu çıkmış, sudan içince kendine gelmiş, geriye kızını almaya dönünce, sanki kızı yere girmiş gibi, ne sesi ne de izi var imiş... Sona teyzenin kurtardığı oğlu ise, sonra savaşa gidip geri dönmemiş. Ağa, bir kaç kez Aşkabat’taki arşive mektup yazarak, çölde insanların katledildiği günün 14 Eylül 1928 olduğunu, insanların kurşuna dizildiği yerin ise Dahli kuyusu olduğunu açıklamış. Bu trajediyi araştırıp, onun hakikatlerini bulan Ağa ile bu gün arkadaşını bırakıp giden Ağa’nın farkına bak! Bazen bu civarlarda, Sona teyzenin kızının sesini duyduk diyenlere rastlamak mümkün... Çocuk için vaktin ve mesafenin önemi kaybolmuştu. O bir ayağıyla rivayetin diğer ayağı ile gerçeğin üzerindeydi. Gök yüzüne baktığında annesi ile kuzuyu barıştırdığında görünen işaret ona şimdi görünmüyordu, güneşin önünü bulutlar kaplamıştı. - Yahşi, Yahşi! Nerdesin, kardeşim? Bu defa Ağa’nın sesini tanımıştı. O topal deveyi koşturarak geliyordu. Ağa daha yaklaşmadan: - Özür dilerim! Ben yanlış yaptım! dedi. Bu söylediklerini kabul etmeli mi yoksa yüz mü çevirmeli diye düşünen çocuğun teni karıncalandı. Karıncalanma önce küreklerinden başlayarak ayağına kadar geldi, sonra da kuma karışarak gitti. Bedeni boşaldıktan sonra bu karıncalanmanın elektrik cereyanı olduğunu anladı. Ne de olsa yol onları barıştırmıştı. Onların birine önlerindeki yol sonsuzmuş gibi uzun, diğerine ise sanki bitmiş gibi kısa görünüyordu. Birinin geleceği, arzusu, istekleri öndeydi, diğerinin ise aksine arzusu geçmişte kalmıştı... - Yahşimurat, sakinleş arkadaş! - Ben hiç kimseye sinirlenmiyorum. Bundan sonra insanı ezici bir sükunet başladı. - Sabahki olaylar için yaşlı çobanı da affet! - Sabah ne oldu ki? - Sanki ikimize de küsmüş gibiydin sabah, hatırlıyor musun? Üçümüz kuzunun doğduğunu kimseye söylemeyeceğimiz konusunda anlaşmıştık, kuzuyu sana hediye edecektik, bu gün ise elimiz tüfekli... Ağa cümlesini bitirmedi. Kurtların yavruladıkları tepenin uzaktan çevre çizgisi görünüyordu ve hayli bir zaman tepe de onlarla birlikte yürüyor gibiydi. Sonra gözünden kayboluyordu. Bu tepedye göre kimileri vakti veya yönleri tayin eder, kimilerinin ise uçsuz bucaksız çölde sıkıntıya düşen kalpleri huzur bulurdu. Yahşimurat sustuğu için Ağa yolu kısaltmak amacıyla konuşmaya başladı: Börülerin sürüden ayrılıp tek başına dolaşanlarına “kurt” diyorlar. Topluma uyamamaktandır her halde... Çobanlar ise “gözü kızarıyor” diyorlar... Büyük şair Mahtumkulu, “Kurdun gözünde ateş yanar’’ demiş. Kurdun saldırdığı sürüde, sugrı kuzular çok oluyormuş… Kurt saldırdığında koyunların içinden farklı bir sıvı çıkıyormuş, bu sıvı daha doğmamış kuzunun etrafını sarıyormuş... - Hey, Surikler korkudan doğuyormuş desene!? Güzelliği, derisi için onu diri koymazlar demek, bunun başka çaresi yok mu? - Hey arkadaş, sen daha çocuksun! Hayvanlar çölün kanununa göre yaşıyorlar, sürüden ayrılıp gitmezler, geri dönerler... Sadece insanoğlu onların kanununu önemsemiyor. Ağa bu meseleyi anlatabilecek çocuk da anlayabilecek durumda değidi. - Merak etme, senin sütdeşini buluruz. Onun “süt kardeş’’ demesi boşuna değildi. Sugrı kuzunun annesi ilk defa yavruladığı için memelerin gözeneği açılmamıştı, sonra çoban ile yamak koyunu tutmuştular Yahşimurat ise memelerine süt inmesi için onu emmişti. Tepeye çıktıklarında Ağa: - Bak işte tilki izi! dedi, Ağa sanki kaçakların izini görmüş gibi sevindi. Arkadaşının dikkatinden hiç bir şeyin kaçmaması Yahşimurat’ı canlandırdı. Tilkinin izi bunların gittiği yere gidiyordu. Birden Ağa ağzını tutarak ona bir şeyler işaret etti. Çocuk annesini veya kuzuyu görürüm diye onun gösterdiği yöne baktı... O anda da talih kuşunu bu kadar çabuk yakalayamayacağını düşündü. Yahşimurat otuz kırk adım önde, kurumuş selin denen bitkilerin arasında kafalarını uzatan tavşancıkların beyaz kulaklarını gördü. Ağa semerin üzerindeki tüfeği eline aldı. Bu arada radar kulaklarını bir oraya bir buraya hareket ettiren tavşanlar sanki hava dalgalarından önemli bir mesaj almış gibi aniden gözden kayboldular. - Artık çok alışmışım! Hemen elim tüfeğe gidiyor! diyerek, tüfeği yerine koydu. Bir müddet yürüdükten sonra Kara Ağıla vardılar. Şimdilik bu yer bomboştu. Deve düzlüğe indi de üstündekilerin niyetlerini anlamak için adımlarını yavaşlattı, koyun kaldığı için karalan, uzaktan bile fark edilen ağılın yanına vardıklarında, ipinden çekilerek “Hıh, hıh, çök, çök! - demelerini bekledi. Uygun bir yerde yüklerini indirdiler. Çay kaynatmak için işe koyuldular. Odun bulmak için ikisi de farklı tarafa gitti. Birden Ağa’nın: - Yahşi buraya gel! diyen sesi duyuldu. Çocuk koşarak yanına gitdi. Yamak hiç bir şey söylemeden kumun üzerindeki izleri gösterdi. İki tarafa koşup kumu kazıyan toynak izleri yabancı değildi. Beş on adım ötede çifte atarak çabaladığı yerde boğula boğula nefesi kesilen hayvanın burnundan akan kanın yere sinmeden kalan lekeleri kızarıyordu. Yamak ile yardımcısı bir birinin yüzüne bakarak ağızlarına su almış gibi sustular. İkindi ile akşamın arasındaki çabuk geçen vakti kaçırmamalıydılar. Gün batmadan izin geldiği yöne giderek kuzuyu bulmalıydılar. Onlar sonunda kuzunun annesinden ayrıldığı yere vardılar. Bundan önce koyun ile kuzunun birlikte geldiği görülüyordu, hatta kuzunun dizinin üzerinde annesini emdiği bile görülüyordu. Belki de annesi tehlikeyi sezince yavrusuna son defa beyaz sütünü vermiştir. Surik “gulk gulk” diye sütü emerken, avını uzaktan gören insanların arabalarının sesleri bile gelmiştir. Okul olmayınca sevinen aptal çocuklarınkine benzer açık mavi gözlerini döndürerek, kuzucuk annesinin kendisini sazağın dibinde sakladığını anlamamıştır ve insanların dikkatini kendine çekmek için ortaya çıkan annesine: “Anne nereye gidiyorsun?”, demiştir. Annesi ise: “Böyle sorular sorma!” diyerek arkasına bakmadan uzaklaşmıştır. Yakındaki sazakların, selinlerin gür çıkmış yerlerine adım adım baktılar. Önde bitkilerin içinden bir ses duyuldu. Yahşimurat koşarak, sazağın kurumuş yapraklarını kaldırdığında onun dibinde büzülüp uyuyan siyah bir şey gördü. İğneleri battığında, uzattığı elini geriye çektiğini anlamadı bile: - Ah! - Ne oldu? - Yok bu sadece bir kirpi imiş, koyun kirpi... Arkadaşını ebediyen kaybettiğini anlayan çocuğu son cümle kendine getirdi: “Koyun kirpi.” Bu nasıl oldu acaba? Koyun ayrı, kirpi ayrı? Acaba kuzucuk korktuğu için kirpi olmuş olabilir mi? Öyledir, korkunun yaptıramayacağı şey var mı acaba!? Nasıl oldu da senin altın tüylerin dikenlere dönüşmüş, Surık? Arzu ettiğin ne idi, kirpiye dönüşmen ne oldu... Ağa geri dönmek için yaklaştığında, çocuk kucağında kirpiyle duruyordu, dikenlerin acısını duymuyordu. Çocuğun gönlünde, koyunun kuzusunu sakladığı sazak, Sona teyzenin kızını bırakıp gittiği ağaç idi... Çünkü yaşlanmış sazak bir tarafa eğilmiş ve “Ben çürüdüm, yıkıldım da insanoğlu beni odun olarak bile kullanmadı!” diye, üzgün bir fısıltı duyulmuştu. Yahşimurat: “Bu kadar hürmet insanların neyine gerek acaba?” diye düşündü. Sabah, yola çıktıklarında kalbinin derinliklerinde ortaya çıkan sızı, büzülmüş kirpiye benziyor, devamlı sızlıyor, sızlıyordu... [1] Kuzu derisinin bir türü. Sarımtıl renkli deri. [2] Kuzu derisinin bir türü. © Aman GOŞA © Terjime: Hudaýi JAN çeşme: https://turkmenedebiyati.blogspot.com/2017/09/kuzucuk.html | |
|
Ähli teswirler: 2 | |
| |